21 Ağustos 2014 Perşembe

4 --Fotoğrafçı

Eski spor ayakkabıları, kemikli elleri, boynunda asılı bir kamera ve yüzündeki o sinir bozucu hiç gitmeyen gülümseme ve Nilüfer Hanım'ınkininin aynısı yemyeşil gözler, bazen ihtiyara kiminle konuştuğunu unutturacak kadar aynı. İçlerine bakmamaya çalıştı ihtiyar. Adamın arkasında takip eden konçertoyu fark edince keyfi biraz yerine geldi.
- Konçerto'yla tanışmışsınız?
- Ah evet, arkadaş canlısı bir köpek.
- İlginç, yabancılardan pek hoşlanmaz genelde.
İhtiyar aslında Konçerto'nun yanına gelmesini beklemişti. Ancak Konçerto halinden memnun görünüyordu, kısaca göz göze gelerek selamlamakla yetindi, ardından oturup adamın başını sevmesine izin verdi.
İhtiyar sordu:
- Ee, hangi rüzgar attı seni buralara?
- Biliyorsun yaşlanınca insanın yapacak pek bir şeyi kalmıyor. Canım sıkıldı, biraz dolanayım dedim, bunu söylerken kamerasını gösterip devam etti, gelmişken de bir aile ziyareti yapayım. Sahi, Nilüfer'i gördün mü son zamanlarda?
Başını salladı, hemen her gün görüştüklerini söylemesine gerek yoktu.
- Haydi Necat, gel bir kahve ısmarlayayım sana.
İhtiyar gönülsüzce kabul etti, neden bu kadar nazik davrandığını anlayabilmiş değildi. Birlikte Nilifer Hanım'ın kafesine yürümeye başladılar.

12 Ağustos 2014 Salı

3 --Tütün

      Kadın gülümsüyordu arkasından. İkisi de, her şeyin farkındaydı her an. Adam, kadının dükkanı açmasını ne kadar bekleyeceğini biliyordu. Kadın, adamın tatsızlığını Konçerto'yu görememiş oluşundan kaynaklı olduğunu biliyordu. Her şeyi biliyorlardı. İşte bu yüzden kafasını çevirmedi adam. Kadının gülümsediğini biliyordu. Yoluna devam etti.

      Sırada ikinci durağı vardı, deniz. Kendini bildi bileli en büyük aşkıydı ufuğa yaklaştıkça küçülen dalgalara bakarak aralarında kaybolmak. Yürüdü, hızlı zamanlarında sürekli spor yaptığından olacak ki kolay kolay yorulmasa da, menisküs ameliyatlarının ve yaşının verdiği sızıyı kendine yol arkadaşı bellemişti. Kordon, her zaman aynı hissi uyandırıyordu içinde. Özgür hissediyordu. Özgür hissetmeden yaşayamazdı. Cebinden tütününü çıkarttı. Elleri sertleşip hissizleşmiş olsa da yılların verdiği tecrübeyle kusursuz bir sigara sardı. Diğer cebinden kibritine uzandı. Yaktı, bir nefes çekti ve dumanı bırakırken diğer elinde kibriti sallayarak söndürüyordu. Sönen kibrit çöpünü kibrit kutusuna geri koydu. Kibriti ve tütünü ayrı ceplerindeki yerlerine yerleştirdi. Denize bakıyordu, düşündü kara kara. "Yıllar geçti, ben nereden nereye geldim. Bu deniz nasıl hala böyle? Nasıl hala aynı bu dalgalar?" İzmir bile ne kadar değişmişti. Kendi değişimi de ona öyle büyük, öyle karmaşık ve ölüm gibi uzundu ki; dışarısına baktığında olduğu gibi kalan şeyler ona tanrısal geliyordu. Deniz gibi. Boğazından geçen duman gibi. Nilüfer Hanım'ın gülüşü gibi.

      Evinin yolunu tutarken başka bir yol kullanacaktı, hep öyle yapardı. Artık ona farklı görünen bir yol kalmamıştı buralarda. Rüzgar bastırınca şapkasını tuttu. Gelirken olduğundan daha ağır adımlarla yürümeye devam etti. Sokak sokak yürürken esnafın tümü, yoldan geçenlerin de yaklaşık yarısı selam veriyordu. Gülümseyerek geçiştirdi çoğunu, samimi olduklarıyla de hal hatır sohbetine girmekle yetindi. Normalde sohbet muhabbetle geçmesi yarım saat süren yolu on dakikadan az sürede bitmişti. Zaten bugün içinin sıkkın olduğu, sigarasını her gün yaptığı gibi yarıda söndürüp atmayışından da belliydi.

      Karşıdan gelen silüeti birine benzetti. Yanılmak istiyordu ama her adımda yanılmadığının daha da farkına varıyordu. Bu saatten sonra dönemezdi de, göz teması çoktan kurulmuştu. İç çekip ona doğru yaklaşmaya devam etti.

10 Ağustos 2014 Pazar

2 --Türk Kahvesi

Yaklaşık yarım saat sonra geldi Nilüfer Hanım. Erkenden açardı genelde.
-Erkencisin bugün
Omuz silkti,
-Yürüyüşe çıkmıştım, sana uğrayayım dedim, belki kalkmışsındır diye.
Kapının kilidini açtı Nilüfer hanım. Anahtar sesi, ufak bir tıkırtı, sonra kapının gıcırdaması, içeriden kalkan tozla sızan bir ışık huzmesi, hepsi eski binanalara has şekilde hoştu. Ahşap bir sandalyeye kuruldu ihtiyar. Nilüfer Hanım mutfak kısmına geçti, hiçbir şey yapmadan cezveye bir Türk kahvesi koydu, sonra gün için hazırlanmaya başladı.İlk müşteriler birazdan gelirdi.
    Türk kahvesi öyle başka kahvelere benzemez. Hepsinden yoğun bir kokusu vardır. Çok basittir aslında, basit bir kaptan, bir cezveden fazlasına ihtiyacınız yoktur bu keyif için. Telvesi bile süzülmez. Başka kahveleri iki defa pişirmezsiniz, Türk kahvesinin ise defa defa köpüğü alınır, tekrar köz kömürlerin üzerine konur, sabırla. Küçücük bir fincanın içinde keyiflerin en tatlısı saklıdır.
    İşte o fincan şimdi ihtiyarın masasındaydı. Nilüfer Hanım da karşısındaki sandalyeye geçti, henüz kimsecikler yoktu. 
-Eee, niye geldin bu saatte?
-Uyku tutmadı, yine. Sık oluyor bu sıralar. Onu boşver de, Konçerto'yu gördün mü bu sabah? Peşime takılırdı genelde.
Nilüfer Hanım başını iki yana salladı. Hoşsohbet bir kadındı, başka kimse olmadığı zaman oturup uzun uzun konuşurlardı, bugün nedense olmuyordu. Kahvesini yudumlarken ihtiyarın çıkarttığı sesi dinlediler sadece.  Ayağa kalktı.
-Ne alacaksın benden bu kahve için?
Nilüfer hanım gülümsedi.
-İkramım olsun.
-Peki, dedi ihtiyar, bardağımı kendim kaldırayım bari.
İlk kez yaşamıyorlardı bu diyaloğu. Para almak istemezdi elbet Nilüfer Hanım, ama ihtiyar her defasında bardağıyla birlikte tezgahın arkasına geçer, kasanın içine bırakırdı kahvenin ücretini, işlerin çok da iyi gitmediğini biliyordu.
-Gidiyor musun?
Kapıyı aralamıştı bile. Arkasını dönüp eliyle şapkasını tutarak selamladı Nilüfer Hanımı.

9 Ağustos 2014 Cumartesi

1 --Hanımeli

    Nilüfer hanım. Kadının güzelliği; her biri ya büyük bir güzelliğin tadını çıkaran gülümsemelerden, ya da onu kör bir bıçak gibi yontan acıların bıraktığı mutsuz mimiklerdendi. Ancak kadını siz de görseniz, bilirdiniz, her bir çizgisi yaşanmışlık doluydu. Öyle doluydu ki taşıyordu yemyeşil gözlerinden yıllar, anılar. İşte o taşkınlar sebep oluyordu geçmişte yaşamayı reddeden ihtiyarın onlarca sene öncesine gitmesine. O taşkınlardı gözlerinde fotoğraflar, burnunda anlık kokular, hatta teninde sıcak dokunuşlar bırakan. Hatırladı her şeyin başladığı günü, her sabah hatırladığı gibi. Aynı yerinde, iki kere restore edilmiş olmasına rağmen aynı temel hatlarla duran kafeyi. Kafe diyorsam, zamanına göre büyük bir çift çay ocağında sürekli taze çay bulunan ama birkaç ev yapımı tatlısı dışında hiçbir şey sunmayan bir çay bahçesiydi o zamanlar. Yanındaki arsaya henüz betondan bir yığın konmamış olduğundan, orayı masalarıyla donattıkları bir bahçe olarak kullanıyorlardı. Kadın her gün orada oturur, iki çay içerdi. İlkini ister, aceleyle sigarasına arkadaş ederdi. İkincisini istediğinde kitabını açar, hanımeli kokusu altında satırlarda kaybolurdu. Bu yüzdendi ikinci çay bardağının her zaman yarısı doluyken soğuyup geri gitmesi, çaya bayılırdı ancak kitaplara tapardı. O klasik günlerden birindeydi ihtiyarın -o zamanlar yirmi birinde olan delikanlımızın- gözlerinin kadına ilk takılıp kalışı. Nabzı hızlanmış, kafası allak bullak olmuştu. Kafasını çevirmeden, gözleriyle kilitlenmişti okuduğu kitabı yaşadığı dudaklarındaki ufacık tebessümden belli olan kadına. Kafasını çeviremezdi, bu da ona kadını en fazla altı-yedi adım boyunca, yani adımlarını yavaşlatması ardından yaklaşık on saniye verecekti. Hayatının en uzun on saniyesini yaşadı, elbette o ana kadarki en uzun saniyeydi bu. Zira kadının ona yaşatacağı uzayıp giden daha birçok an olacağı, kadının o an daldığı kitaptan kafasını kaldırıp ona baktığında meydana gelen saniyelik göz temasının şiddetinden belliydi. Delikanlının aklından tonla şey geçiyordu. Önce bir insanın nasıl bu kadar içten gülümseyebileceğini sorguladı. Ardından kadının ellerinin güzelliğini sorguladı. Gerçekten kusursuz muydular yoksa sadece abartıyor muydu ayırt edemedi. Ayakları yere basmaya başladığında yanında yürüdüğü arkadaşının en son ne anlattığını -ve hala anlatıyor olduğunu- hatırlamaya çalıştı. Bir anda göz teması kesildi ve adam yoluna devam etti. Zamanın akışı, bir kaset normal çalıyorken ileri sarmaya başlaması gibi geldi. Sanki sadece o an yeterince yoğun hissediyordu. Hanımeli kokusu aldı. Artık bu kokunun ona ne hissettireceğinin bilincindeydi. Arkasına bakmadı. Burnundan derin bir nefes alıp gülümsedi.

8 Ağustos 2014 Cuma

0 --Yağmur

Yağmurluydu, ufukta ancak beliren körpecik güneşi söndürmeye çalışırcasına sağanak... Sokağın bir ucundaki ihtiyar kim bilir kaç defa izlemişti bu sahneyi, kaç yaz geçirmişti buralarda. Yürümeye devam etti. Uyku tutmamıştı yine. Sabah bu saatlerde güzel olurdu sokaklar; sessiz sakin, hele bir de böyle yağmurlu olursa deymeyin keyfine. Islanmamak için bir çatının altına koşan insanları anlamazdı hiç. Bir kere ıslanmakla ölünmez ya, hoştur bile. Yağmur nasıl ona aldırmazsa, o da yağmura aldırmazdı. Pek doğru değil aldırmazdı demek, taşlara çarparken çıkarttığı sesi dinlerdi. Ellerine dökülen damlaların verdiği ürperti gençliğini hatırlatırdı ona, ilk aşkı, ilk kez sevdiği ellere masumane dokunuşu. Ve aynı nazik dokunuşla akıp giderdi damlalar. Derin bir nefes aldı. Geçmişe dönmeyi çok sevmezdi, fotoğraf çektirmeyi sevmediği gibi. O anı yaşamalıydı insan, bir kareye dondurmaya çalışmak yerine tadını çıkartmalıydı. Hatırlanmaya değer olanları unutmazdı zaten, kalanını hatırlamamalıydı. Yoksa ya kötü anıların pişmanlığı, ya da güzellerin özlemi yiyip bitirdi insanı. Bunları düşünürken sokağın sonuna gelmişti bile. Mahallenin diğer ihtiyarı buradan sonra eşlik etmeye başlardı genelde ona. Konçerto, artık iyi yaşlanmış bir çoban köpeğiydi. İlk geldiğinde kaburgaları sayılır haldeydi, belli ki yiyecek pek bir şey verilmiyordu. Salındı mı kaçtı mı bilmiyordu kimse, ama sokak sakinlerinin sevdalısıydı Konçerto. Bu ismi de ona sokakta oturan bir çocuk vermişti. Geldiğinden beri epey toparlamış, tembel şişko bir ihtiyar oluvermişti. Ancak bugün ortalıkta görünmüyordu. Köşede biraz durdu yaşlı adam. Yol arkadaşını bekledi. Yol arkadaşlarının gelmemesine alışmıştı artık, dostları dönmemecesine gittikten sonra. Konçerto'ya bir şey olmamıştır umarım, diye düşündü.  Cebinden ona getirdiği bayat ekmeği çıkartıp kaldırımın kenarına bıraktı. Henüz dükkanların açılmasına vardı, dolayısıyla günün ilk kahvesine de. Evden çıkmadan yapsaydı keşke kendine, çok sevdiği termosuna koyup gezebilirdi pekala. Planlı çıkmamıştı, öylesine bir şafak yürüyüşü. Biraz daha oyalandı etrafta. Yağmur kesilmiş, kesilmediyse de epey azalmıştı. Yaprakların üzerinde tek tek biriken damlaları, süzülüp yere düşmelerini izledi. Toprak kokusunu içine çekti. Sıkılınacak geçici zevkler değildi bunlar. Kahve de öyle. Senelerdir tek bir günü kahvesiz geçmemişti ihtiyarın. Şimdi de en sevdiği kafenin kapısında dikilmeye başlamıştı yine. Sevimlice bir kadın işletiyordu kafeyi. Baktıkça insana mutluluk veren bir güzelliği vardı. Tıpkı yağmurlu bir sabahın, veya gülen bir bebeğinki gibi.